Saat sabahın onu
Sabahtan beri bir gürültüdür gidiyordu.
Vooooorrrr…
Gıııııırrrrrrr…
Şııııııırrrrrrr…
Şıkır şıkır şıkır…
Gıcırt gıcırt gıcırt…
Neymiş efendim, Nahide hanımın misafirleri gelecekmiş. Her ayın on sekizinde
olduğu gibi, bugün de bir sürü kadın doluşacakmış eve.
Şu insanlar da bir tuhaf oluyorlardı. Ne vardı yani? Misafir geliyor diye o
kadar çok hazırlık yapılır mıydı hiç? Hem evin erkeği, kalın bıyıklı, kalın
sesli Rıfat beyi çileden çıkarıyorlardı böylelikle, hem de üst katta yaşayan
kendilerini.
Bütün bunlar Nahide hanımın başının altından çıkıyordu, herkes biliyordu
artık. Adına kabul günü dedikleri ve her ay tekrarlanan bu günde, evin genç
kızı Ayşenur ile el ele verip temizliğe girişiyorlardı.
Önce Ayşenur annesinin ricasıyla süpürge makinesini çıkarıyor, koca
gövdesinden çıkan homurtularla halıların kilimlerin paspasların tozlarını
emdiriyordu. Bu birinci etaptı tabii ki. Hemen bitmiyordu işler.
Sonra da zaten temiz olan camlar yeniden siliniyor, tahta döşemeler uzun
saplı nemli bezlerle temizleniyor, merdivenler bile teker teker silinerek elden
geçiriliyordu. O kırmızı kovanın içine aktarılan çeşit çeşit deterjanlar yok
muydu, hem Rıfat beyi kızdırıyordu hem de üstte yaşayanları. Çok pis kokuyordu
o ilaçlar çok.
Adının çamaşır suyu olduğunu Rıfat bey sayesinde öğrenmişlerdi üsttekiler
de. Çünkü onun kalın sesiyle “benim içtiğim sigaraya kokuyor diye
kızıyorsunuz, sizin çamaşır suyu kokunuzdan eve girilmiyor yahu!” diye kapı
girişinden seslendiğini duyuyorlardı bazen. Demek ki sigara denen şey de
sağlığa aykırı, zararlı bir nesneydi.
Kendileri de temizlik yaparlardı ara sıra. “Temizlik imandan gelir” denildiğini
işitmişlerdi ev sahiplerinden. En çok da Nahide hanımdan. Kendileri de severlerdi
ortalığın derli toplu olmasını ama o pis kokudan hiç hoşlanmazlardı. Lavanta,
limon ya da menekşe kokulu olan diğer deterjanlar daha iç açıcı
kokardı.
Gerçi kendileri temizlik yaparken hiçbir şey kullanmazlardı. Öteberilerini bir
kenara yığar, tozu dumana kata kata yaşadıkları yerleri süpürür, ortalığı temiz
tutmaya çalışırlardı o kadar.
Çamaşır suyu, tuz ruhu, halı şampuanı, arap sabunu, kireç çözücü ve daha
neler neler… Aşağıdan gelen kokular ve gürültüler bununla sınırlı değildi
elbet. Bir de işin mutfak tarafı vardı. Kurabiye, çörek, poğaça kokusundan
durulmazdı üst katta. Tabii ki adına aspiratör denilen havalandırma
gürültüsünden de. Tepsi, tabak çanak derken bir sürü koku, şakırtı şukurtu da
oradan yükselirdi. Mutfağın üstünde oturmak bazen çile gibi gelirdi kendilerine.
Gerçi soğuk havalarda fena olmazdı.
Grup halinde, ailece otururlardı üst katta. Dedeler, nineler, amcalar, dayılar,
teyzeler, halalar, baldızlar, bacanaklar, enişteler hepsi ama hepsi buradaydı
işte. Bir de herkesin en yaşlısı olan Büyükdede vardı ki epeydir yatağından
çıkamıyordu. Onu artık rahatsız etmiyorlardı. Sadece önemli konularda fikirlerini
alıyorlar, zırt pırt soru sormuyorlardı kendisine.
Herkes durumundan memnundu. İyi ki bütün aile bir arada yaşıyorlardı ve
gençlerle yaşlılar, çocuklarla bebekler birbirlerini tanıyarak, severek,
paylaşarak büyümenin zevkini tadıyorlardı.
Kocaman bir saraydı burası. Gez gez bitmezdi. Üç kocaman oda, bir kocaman
sofa, bir kocaman mutfak üstünde yaşamak az buz şey değildi. Kiler, tuvalet,
banyo, antreler derken saraylarının ucu bucağı görünmüyordu. Gerçi her
bölüm birbirinden ayrıydı, her aile kendi bölümünde yaşardı ama olsun, her
gün birbirlerini ziyaret etme imkânları vardı nasıl olsa. Alt kattakiler nerde
soba yakarsa onlar da o tarafa taşınırlardı kış aylarında. -DEVAMI VAR-